
Bu aralar sahip olacağım bebeğin heyecanı ve merakıyla ilgi alanlarım ve gözlemlerim değişti. Sürekli etrafta bebeklere, bebekli anne babalara ve birbirleriyle olan ilişkilerine bakıyorum, gözlem yapıp davranış modellerini hafızaya alıyorum. İnsan psikolojisi ve davranışlarını analiz edip derinine inecek bir eğitimim yok ama, mesleğim nedeniyle çok fazla insanla birlikte olduğum için tecrübem var. Bu tecrübeler doğrultusunda çeşitli modeller oluşturuyorum.
Özellikle ebeveynler için. Restoranlarda, kafelerde, havuz başında, sitenin bahçesinde... Algıdaki seçiciliğimden midir nedir örnek çok.
Etrafımda gözlemlediğim ve zihnimde ayrıştırıp biriktirdiğim modelleri geçen hafta yurtdışına yaptığım bir seyahatte karşılaştırma olanağı yakaladım. Ne de olsa bambaşka bir kültür, aradaki farkları sorguladım.
Burada bu gözlemlerimden iki örnek vermek isterim ama niyetim bu konuya devam etmek değil, asıl tespit ettiğim, vurgulamak istediğim noktalar yazının ilerleyen bölümlerinde.
Yer, Istanbul, havuz başı; 2 - 2,5 yaşlarında bir çocuk babasının kucağında, arkasında annesi elinde plaj çantası ve çocuğa ait olduğu belli olan eşyalar ve oyuncaklarla geldiler, çocuk havuzunun olduğu bölüme yerleştiler. Çocuğa mayo giydirildi, kolluklar takıldı, kremlendi. Havuza girmek için hazır ama tutturdu baba sen de gel diye.
Su seviyesi 50 cm.den biraz fazla olan havuza baba ile birlikte girildi. Baba ayakta, eller belinde çocuğun başında, anne hemen havuzun yanındaki şezlongda uzak mesafe takipte! Havuzda hemen hemen aynı yaşlarda 5 çocuk var. Bunlardan ikisi Hollandalı kardeş, biri İngiliz, diğer ikisi Türk. Diğerleri oynuyor ve hemen yeni arkadaşlarını da oyuna katıyorlar. Ama çocuk sürekli "anne bak, baba bak" şeklinde her hareketi için onay ve aferin alıyor. Bütün oyuncakları havuzun hemen yanında olmasına rağmen, sürekli babadan kova, kürek, top isteniyor.
Oğlanın adı Kaan. Nereden mi biliyorum, çünkü bu arada her 5 sn. de bir annesi ya da babası bağırıyor. "Kaan, zıplama... Kaan kolluğuna dikkat et.. Kaan su atma arkadaşına, Kaan kovalarını kenara koy..." çocuk daha suya gireli 5 dk. bile olmadan "Kaan hadi çıkma vakti", çocuk feryat figan sudan alınıyor, kurulanıp, mayosu değiştirilip şezlonga oturtuluyor. Islak gözlerle çaresiz havuza bakıyor Kaan. Biraz sonra bir kutu çıkıyor çantadan içinde Kaan’ın yemeği var, ama Kaan yine ağlıyor, "karnım tok, yemiycem" diye. Ama dinleyen kim, zorla kaşık kaşık yutturuluyor yemek. Diğerleri pür neşe oyuna devam. Kaan bütün gün izin almadan çisini bile yapamıyor. Sürekli "anne", sürekli "baba" diye hep bir şeyler istiyor.
Yer, Helsinki, havaalanı; 2 - 2,5 yaşlarında bir çocuk. Tüm aile birlikte seyahat ediyorlar. 3 kardeşi daha var kendinden büyük, biri 5, diğeri 7, en büyüğü ise 12 yaş civarlarında. Terminalde bir uçtan diğerine ilerliyorlar. Önde anne ve baba, arkada büyük çocuklar hemen arkalarında en küçükleri. Ama resim şöyle, anne ve baba dahil abla ve ağabeylerinin kendi valizleri var ya, onun da var. Tekerlekli pembe küçücük bir valiz. Üzerinde pokemon resimleri. Küçük kızın ağzında emziği, elinde içinde meyve suyu olan biberonu ve koltuğunun altında oyuncak tavşanı aynı şekilde onlarla birlikte ilerliyor ve kontuarın önünde hemen anne ve babasının arkasında sıraya giriyor. Ne bir şikayet, ne bir talep, ne bir yaramazlık. Sıra bekliyor. Ama kontuara gelene kadar hepsi hissettirmeden bu küçük kızın temposunda yürüyor.
Kontrol altında ama kimse etrafında onu raptı zapta almamış. Bilet işlemlerinden sonra benim onları seyrettiğim kafeye gelip hemen yanımdaki masaya oturuyorlar. Baba tek tek herkese ne yemek istediğini soruyor. Anne ve 2 çocuk sandviç istiyor, büyük olanının karnı tok, sıra en küçük kıza geliyor, o da bir şey yemek istemediğini söylüyor.
Sorun ve sorgu yok! Annesi çantasından küçük bir torba çıkarıyor ve eğer sonradan acıkacak olursa muz ve bisküvilerinin olduğunu hatırlatıyor gülümseyerek sadece. Herşey yolunda sıkboğaz edilen, ağlayan, şikayet eden kimse yok masada herkes halinden memnun.
Sonradan düşünürken aradaki farkları, zihnimdeki resimleri alıp yetişkin olan bizlerin dünyasına ve özellikle iş yaşamına uyarladım.
Yönetici ve ekiplerinden oluşan bir nevi şirket içindeki aile düzenine.
Yukarıda yer alan 2 örnekten yola çıkarak bakındım en yakınımdaki yönetici arkadaşlarıma, ekiplerinde yer alan çalışanlara. Yaptığım tespitler sadece Vakko'dan değil, ülkemizin köklü kuruluşlarından ve uluslararası şirketlerden örnekler var.
Aynen yukarıdaki iki ebeveyn örneğinde olan yöneticiler, yönetim tarzları ve iki ayrı çocuk örneğinde çalışanlar. Tıpa tıp aynısı, ya sürekli etrafındakileri kendine bağımlı kılan yöneticiler ve inisiyatif alamayan, almaya korkan çalışanlar var, ya da etrafındakilere bağımsızlık sağlarken daima yanlarında olduklarını hissettiren yöneticiler ve kendi işini kendi halledebilecek kabiliyette, rahat inisiyatif alan çalışanlar.
Şans eseri inisiyatif alamayanlarla baskıcı yöneticiler bir araya gelmez herhalde. Biraz kaba bir tabir olacak ama, bir söz vardır "at, sahibine göre kişner". Pek çok şeyi o kadar net açıklıyor ki bu söz.
Sonuçta hepimiz bir işe en alt basamaktan ve bir yöneticinin liderliğinde başlıyoruz. İlk işimiz olmasının toyluğunu, iş yaşamının zorluğunu göz önüne alırsak, bazılarımız o günlerde nasıl yoğruluyorsak öyle devam ediyoruz, bazılarımız ise tecrübeyle kalıplarımızı değiştiriyoruz.
İlk iş görüşmemi hatırlıyorum, yöneticimle konuşurken büyük laflar edip kendimi beğendirmeye çalışıyordum ve "bana verdiğiniz inisiyatifler doğrultusunda sizi mahcup etmem" dedim. Aldığım sarsıcı cevabı bugün kulağıma küpe yaptım, "İnisiyatif verilmez, alınır. Ben köle aramıyorum, kendi sorumluluklarının bilinciyle inisiyatif kullanacak bağımsız ekip arkadaşı arıyorum". Sonuçta işe kabul edildim ama bu cevabı hiç unutmadım. Sadece yöneticinin ağzından çıkacak emirlerle hareket etmektense, işe ne katabilirimin hesaplarını yaptım. Ama bunun için bana fırsat tanındı. Maharet sadece inisiyatif alabilende değil yani, ona o bağımsızlığı tanıyanda da.
Bugün en iyi yöneticilerin kendi yerlerine kendilerinden daha iyi yönetici adayı çıkaranlar olduğunu herkes kabul ediyor. Bu olgunluğu göstermek, bunun için çaba sarf etmek, ekibini kontrol altında geliştirirken baskıcı olmamak, onları sahip olduğu güce bağımlı kılmamak ama gerektiğinde de "bak bisküvi torban ve muzun burada, acıkınca ben sana veririm" güvenini sağlamakta.
Bugün bu yazıyı okuyanlar hangi kategoride çalışıyor acaba, yönetici mi, yoksa bir ekip üyesi mi bilmiyorum ama, her iki tarafa da düşen sorumluluk eşit. Yönetici olarak korkmadan, güvenle ekibinizdeki yıldızları daha yükseğe taşıyacak bağımsızlığı ve güveni verin.
Çalışanlar olarak da, kader kurbanı olmaktansa, kadere yön vermeye çalışın. Bunun için geç diye bir an yok, sadece sonuçlar var. Ya yaparız ya da..
Meltem Kazaz
Vakko Eğitim Direktörü
Meltem Kazaz'a teşekkürlerimizle
Denizce

|