|
 |
Hadi sizinle, Moğolistan'da, Bilge Kağan veya Gültekin Yazıtı olarak bilinen kitabenin bulunduğu Orhun Vadisi'ne yorucu fakat zevkli bir seyahat yapalım.
Yandaki fotoğrafta görülen Bilge Kağan Yazıtı 335 cm x 132 cm x 46 cm boyutlarında. TİKA (Türk İşbirliği ve Kalkınma Ajansı) 1273 senelik bu yazıtı iyi bir koruma altına almış. Kaidesinin üzerine de güzel bir not düşmüşler:
Birinci dikiliş: 732
İkinci dikiliş: 2001
TİKA ayrıca, başkent Ulan Batur'daki Moğolistan Ulusal Tarih Müzesi'nde, yazıt bölgesinde yapılan kazılar esnasında ortaya çıkarılan ve Gültekin Hazinesi diye adlandırılan buluntuların sergilendiği, etkileyici bir oda hazırlamış. Bu buluntular arasında Gültekin'in altın taçı pırıl pırıl parlıyor ama ben en çok altın süslemeli gümüş geyiğin işçiliğinden etkilendim. Böyle durumlarda yasak masak dinlemem, biliyorsunuz. Gizlice her ikisinin de fotoğrafını çektim.
|
Ama bu sefer cezalandırıldım. Müze bekçileri tarafından değil. Bu Şamanlar ülkesinde, herhalde bilmediğim bir güç tarafından. Fotoğraf makinam çalındı (tabii içinde filmiyle beraber)!
Söz konusu yazıta Bilge Kağan Yazıtı denilmiş ama, belki de Gültekin Yazıtı daha doğru bir ifade (zaten müzedeki Ingilizce tanıtım yazısında bu ikinci ifade kullanılıyor). Yazıt, 731 senesinde ölen Gültekin'in anısına ağabeyi Bilge Kağan tarafından dikilmiş. Konuyu uzmanlarına bırakmak daha doğru olursa da, öğrendiklerim beni yanıltmıyorsa, 'Türk' sözcüğünün kullanıldığı en eski yazıt. Böyle bir yazıtın varlığı 17. asırdan beri biliniyorsa da, bilimsel anlamda 'keşfi' 1898 senesinde Rus arkeolog Nikolay Mihayloviç tarafından gerçekleştiriliyor. Yaklaşık 100 sene sonra da, TİKA onu yeniden dikiyor.
Herhangi bir nedenle Ulan Batur'a yolunuz düşerse, 'Buraya kadar gelmişken, şu yazıtı da görmeden gitmeyeyim' demeniz gayet normal. Normal olmayan ondan sonrası. Gidiş-dönüş yaklaşık 1000 km'lik bir yolculuk tam 17 saat sürdü. Moğolistan'ın bugünkü başkenti Ulan Batur'dan, Moğol İmparatorluğu'nun eski başkenti Karakurum'a gidiyorsunuz önce. Haritada asfalt olarak gösterilen bu yolun yarısı, yol üstündeki çukur ve deliklerin alanının kalan asfalttan daha fazla olduğu bir durumda. Çukurları geçerken cipinizin size alttan ilettiği darbeler lumbar bölgenizde unutulmaz hatıralar bırakabilir. (Hele bir de benim gibi, tam tamına 65 gün süren askerliğinizin bıraktığı bir disk kayması hatıranız zaten varsa! Hani aklıma gelmişken, rapor vesaire dışında, Türkiye'de en kısa askerlik yapanlar herhalde bizim 1975 ODTÜlüler grubudur. O da ayrı bir yazı konusu.) Bu arada, içinden geçtiğiniz Gobi Çölü uzantılarında yakalandığınız kum fırtınası da işin cabası. Öyle bir fırtına ki, yolu göremediğiniz için, cipin süratini 3-5 km'ye düşürmek zorunda kalıyorsunuz. Arada sırada, çift hörgüçlü Gobi develeri ile karşılaşmanız ise yolculuğun tatlı tarafı.

Diyelim ki Karakurum'a sağ salim vardınız. Durun, esas hikaye şimdi başlıyor. Önünüzde hala daha, ne kadar kaybolup kaybolmadığınıza bağlı olarak, 60-80 km kadar yol var. Pardon, 'yol' kelimesi yanlış oldu! Bozkırın üzerinde (isterseniz biz buna Orhun Vadisi diyelim) 60-80 km kadar, görebildiğiniz takdirde, takip etmeniz gerekecek çizgiler var. Ama unutmayın, kıştan yeni çıkmış bu bölge. Geçen yazki yolumsu çizgilerin üzerinden uzun karlı bir kış geçmiş. Eğer yanınızda bu yolculuğu 5-10 defa yapmış bir rehberiniz yoksa, bırakın yarı yoldan geri dönmeyi, saatlerce ve belki de günlerce hiç geri dönemeyebilirsiniz bile (işte tam burada, benim bu 17 saatlik seyahatimin gerçekleşmesini sağlayan, hepsi de Türkiye üniversitelerinden mezun olmuş ve hepsi de çok güzel Türkçe konuşan üç genç Moğol dosta teşekkürlerimi iletmeliyim)! Çizgiler sık sık kaybolduğu için, siz de sık sık bozkırın acaip toprak örtüsünün üzerinden geçiyorsunuz, 'orda bir tepe var uzakta, işte o tepe bizim tepe!' diye diye. 'Aslan cip! Bu tümseği de geçti.' diye diye. Orhun Nehri'nin (galiba doğru ismi Yenisey) kıvrıntıları üzerinden, 'inşallah su fazla derin değildir' diye diye. Bu mevsimde birçok bölgesi hala karla kaplı olan bu nehirde, karların eridiği kısımları bulmak için zigzaglar yaparak. Yol soracak kimse yok etrafta. Arada sırada çok uzaklarda birkaç GER (bizim YURT diye adlandırdığımız silindirik çadırlar) görünce, 'hiç olmazsa yakında medeniyet var' diye sevinerek.
Ve nihayet varıyorsunuz yazıtın bulunduğu yere. TİKA kocaman bir çelik kapalı hangar yaptırmış yazıtın üstüne. Kapısı tabii kilitli. Yanında bir bekçi geri. Ya bekçi yoksa bugün?? Bu olasılığın verdiği korkuyla, bağırıyorsunuz gerden içeri. Kapının önünde sürekli havlayan (sizi de ümitlendiren) iri bir köpek var. Evet, bekçi aile yerinde. Önce sütlü bir çay içiyorsunuz gerde. Tam 'Travel Guide' kitaplarında yazdığı gibi, ağır bir koyun yağı kokusu işlemiş gerin her yanına. Çayı içmemek hakaret Moğollar için. Gene alışık olmadığınız ağırlıkta bir sütlü çay. Nihayet hangarın (artık 'müze' demeliyim bundan sonra) kapısı açılıyor. Ve karşınızda bir köşede 3.35 m yüksekliğinde, 1273 senelik bir abide. Eskimiş, dökülmüş, kırılmış, çatlamış, bir yüzü Çin, bir yüzü Göktürk harfleriyle donanmış bir abide. Tabii yazıları okuyup anlamam mümkün değil. Ama biz onları zaten ilkokul tarih derslerimizden biliyoruz. Birkaç fotoğraf çekiyorsunuz. İşte bu kadar! Artık amacınıza ulaştınız. Dönüş yolculuğu başlayabilir.
Türkiye Cumhuriyeti, Moğolistan ilişkilerine, en azından bu tarihi bağlardan dolayı, önem veriyor. Türkiye, Karakurum - Gültekin Yazıtı arasında bir asfalt yol yapımını planlamış durumda. Devletin üst kademesinde ziyaretler gerçekleştiriliyor. Yakın bir gelecekte, Karakurum - Yazıt yolunun yapımının başlatılması bekleniyor. Yani gelecek yıllarda, yolculuklar benim burada anlattığım koşullarda olmayabilir. Ama benim yaptığım yolculuğun da kendine özgü ayrı bir tadı, zevki vardı hani! Ayrıca, üzerinden birkaç kış geçince, bu yol da nasıl olsa eski 'zevkli' haline döner.
Prof. Dr. Nuri Akkaş'a teşekkürlerimizle
Denizce

24.12.2005
|
|